Gözlerimizin
gördüğü değildir çoğu zaman kafamızın içinde beliren. Arzularımızın,
isteklerimizin, beklentilerimizin süzgecinden geçen görüntüler yansıyarak
süzülür beyin kıvrımlarımızın arasına. Gerçeklik dediğimiz şey aslında kişisel
süzgecimizden geçen verilerin oluşturduğu bir çerçevedir. Bu yüzden aynı manzaraya bakan pek çok kişi
farklı algılamalara sahip olur. Saf bir şekilde kendisi olan gerçeklik,
algılamalarla çarpıtmaya uğrar. Benzer durum elbette “olan”la ilişkimizde de
geçerlidir.
Kişiliğimizi oluşturan, benim
dediğimiz ya da farkında bile olmadan sahiplendiğimiz pek çok değer,
gerçekliğin saf duruşunun üstüne kalın bir perde çeker. Biz de sahip
olduklarımızla, algıladığımız kadar bilebiliriz karanlıktaki gerçekliği. Oysa
doğrudan, saf bir bakışla görebilme yetisine sahip olabilsek gerçekliği
kavrayabilmemiz daha olası olacak. Özgürlük de tam olarak gerçeklik ile
aramızdaki perdeyi kaldırmak değil midir? Kendimize ait olarak gördüğümüz,
biriktirdiğimiz her değer, her düşünce ve yargı gerçekliğe ulaşmaya çalışan
benliğimize vurulmuş birer pranga değil midir?
Bakmakla görmek arasındaki ayrıma
vurgu yapılır hep, oysa daha da ileriye gidip gerçekliğin çıplak haliyle
algılarımızın giydirdiği hali arasındaki ayrımın farkına varabilmemiz de
gerekir. Eğer gerçekliğin ne olduğuyla gerçekten ilgileniyorsak.